Şiir İle Roman Arasında
Deneme

Şiir ile Roman Arasında

Yazınsal Türler Arasında

Edebiyatın her türü herkese aynı ölçüde çekici gelmez. Bazıları şiirden bazıları öykü veya romandan bazıları da denemeden hoşlanır. Bir okur olarak durum böyle. Fakat bir yazar için durum biraz farklı. Hoşlanmaktan daha fazla belirleyici olan şey yazarın bilgi birikimi ve eğilimleri. Şiir, genellikle yazmaya atılan ilk adımken, öykü ve roman genellikle şiirden sonra başlanılan türler. Yazmakta ısrarcı olanlar ve şiirle yetinmeyenlar öncelikle melez bir tür olan öyküye yatkın oluyorlar.

Şiirde coşkunluk daha ön planda olduğu için daha erken yaşlarda yazmaya başlamak önem taşıyor. Öykü ve romana başlama yaşı için sınır koymak zor olsa da bu türlerde kalem oynatabilmek için gerekli bilgi birikimin daha uzun yıllar aldığını söyleyebiliriz.

Benim öykü, şiir ve denemeye olan ilgim aynı yaşlarda başladı. Üçü ile de uğraşım kesintisiz olarak sürdü. On kadar öykü yazdığımda artık roman da yazabileceğimi, yazdığım öykülerin romanın ana öyküsünün yan öyküleri haline gelebileceğini sezdim. Bu nedenle de yirmili yaşlarımda ilk romanımı yazmaya giriştim. Denemelerimi de aynı biçimde roman karakterlerimin düşünceleriymişçesine yazdığım romanlara aktardığım oldu. Öykünün roman ve şiir arasında her ikisinin özelliklerini barındıran melez bir tür olması yüzünden şiir ve romanın birbirinden görece daha uzak iki tür olduğunu düşünerek başat olarak bu iki türde kalem oynatmakta karar kıldım. Denemeyle de maceram sürmekte. Yazdığım öykülerin çoğunu romanlarımın içine yan öyküler olarak aktardım. Benim bu yazma tutumumdan öykünün önemsiz olduğu sonucu çıkarılmamalı. Çünkü öykü yazabilme becerisi bir romancı için olmazsa olmaz bir özellik. Bir romancının şiir yazamıyor oluşu kimseyi pek etkilemez, ama öykü yazma becerisi olmayan bir romancı düşünülemez.

Tema

Şiir çoğunlukla ilham ile yazıldığı varsayıldığından temanın atlandığı ya da bilinçsizce ıskalandığını söyleyebiliriz. Günümüz şiiri temasız şiirdir genellikle. İlham dediğimiz şeyin, çağrışımların uygun haleti ruhiye denk düşerek kişiyi yazmaya kışkırtma işlevinin olduğunu söyleyebiliriz. Pek çok şair, çağrışımların (ilhamın) verimi olan not olarak kaydettiği çoğu dizeyi bağlamından kopuk hale geldiğinde beğenmeyerek çöpe atar. Benim de yazdıktan sonra yabancılaştığım böylesi dizeleri, söz öbeklerini sonradan anlamsız bulup çöpe gönderdiğim çok olmuştur. Çünkü çağrışımı oluşturan şeyin zaman ve mekânla doğrudan bağıntısı vardır…

Şiiri yazmadan önce seçilebilecek bir tema çok başarılı şiirlerin ortaya çıkmasını sağlayabilir. Tasarlayarak, kasten, taammüden şiir yazmayı da bilmelidir şair. Tıpkı romancıların bir romanı tasarlaması gibi. Bu bağlamda tema, şairin üzerinde araştırma yapmasını gerektiren bir unsurdur da. Aynı temada daha önce yazılmış şiirler gözden geçirilebilir, benzersizi ve daha iyisine böylelikle odaklanılabilir.

Temalar, genellikle kapsam bakımından geniş, soyut adlar taşırlar. Aşk, ölüm, zaman, sadakat, adalet, suç, ceza, ihanet, cimrilik, av vb. tema örneği kavramlardır. Tema her türden edebi yapıta ad olarak verilebilir. Bu adlandırmada anlatılan konunun temaya uygunluğuna dikkat etmek gerekiyor. Konu içinde gerektiğinde temayla ilgili can alıcı göndermeler yapıtın adını ve temasını ve dolayısıyla kapsamını besleyen, sınırlarını çizen unsurlara dönüşebilmektedirler.

Olay Örgüsü

Uzun şiirler ve destanlarda bir olay örgüsünün olduğu söylenebilirse de günümüz şiiri genellikle bir olay örgüsü içermez. Kısa ve olay örgüsünü kaldırmayan bir şiirdir bu ve daha çok durum şiiridir ve olgusaldırlar.

Destandan ortaya çıktığını savlayabileceğimiz romanda ise destanların tekdüze, kronolojik olay örgüsünün geliştirildiğini görürüz. Roman, yazara anımsamalar ve hayal gücü aracılığıyla olay örgüsü kurmada yaratıcılığın bütün olanaklarını sunar. Başlangıcı, gelişmesi, sonucu olan kronolojik bir yapıt ortaya koymak, anlaşılırlık bakımından önemlidir. Ancak günümüzde bu özelliğin temelinden gelişip serpilen olay örgüsü çok daha karmaşık bir hal alabilmektedir. Aynı yapıtta akışı durdurup karakterin veya olayın geçmişteki ayrıntıları ile bağ kurmak mümkündür. Aynı şeyi karakterin veya olayın gelecekteki haline gönderme yapacak biçimde tasarlamak da olanaklıdır.

Elbette olay örgüsünün karakterlere, mekânlara ve zamana uygunluğu da önemli bir olgudur.

Roman deyince ilk akla gelen şey onun ne anlattığıyla ilgilidir ve büyük olasılıkla romanın ‘hikâyesi’, ‘olay’ı kastedilmektedir. Oysa romanın neyi anlattığından çok yazarın nasıl anlattığı daha önemlidir. Olay örgüsü, bir kurmaca olarak romanın haritasını oluşturur kişi mekân ve zamanın akış güzergâhı o harita üzerinde gelişir, yaşanır ve sonlanır.

Karakterler

Şiir genel olarak sahibinin sesini yansıtan bir uğraştır. Bununla ne demek istiyorum? Şunu: Şiir, genellikle yazan kişinin sesi soluğudur. Onun düşünce ve duygu dünyasını doğrudan yansıtır. Elbette bunu yaparken o ses okurları arasında benzer yankıları da bulabilir. Şair, bir bakıma şiirinin karakteri, kahramanıdır.

Oysa romanda durum farklıdır. Yazar pek çok karakter yaratmak zorundadır. Anlatıcı kişinin ‘ben’ olduğu romanlar bile karakterler yaratmadan başarılamaz. Şair ile romancı arasında anlatıcılık bakımından bir benzerlik bulunsa da şair çoğunlukla kendi sesinin, sözünün tek temsilcisidir. Oysa romancının ben’i pek çok karaktere dağılır. Genel olarak otobiyografik özellikleri baskın bir romanda bile yazar tanrısal anlatıcı rolünü üstlenir. Bununla romancının romana etkin katılım ve müdahalede bulunmadığını söylemiyorum. O, sıklıkla anlatıcı rolüne bürünen bir yarı tanrıya dönüşmek zorunda kalır.

Michael Butor, romanın tarihi yazılmayan kişilerin tarihi olduğunu söyler. Bu saptama her bakımdan doğrudur. Ben bir koşul öne sürerek ekleme yapayım: Roman, tarih kitabına girmeyi hak ettiği halde girememiş kişilerin hayatını anlatmalıdır. Bu kişilerin hayatının romana konu olmasının toplumsal yaşamda üstlendikleri rolle çok ilgisi olmadığını da hemen belirtelim. Bununla karakterin soylu kişilerden, burjuva elitlerinden ya da büyük bürokratlardan olması gerekmediğini söylüyorum. Hani, nevi şahsına münhasır dediğimiz tipler vardır ya toplumda, işte bu kişiler karakter yaratmakta romancının özel ilgi alanına girerler. Bu tür karakterler gözlemlerle saptanabileceği gibi yaratıcı bir çabayla ortaya çıkarılıp, geliştirilebilir de. Ana karakterin yalnızca ilgi çekici olması yetmez, roman boyunca ilgiyi hak eden gizemli yanları da birer ikişer ortaya çıkmalıdır.

Roman öyle bir tür ki içinden ana karakteri alırsanız geriye pek bir şey kalmaz, o yüzden karakterler, üzerinde incelikle çalışılmayı gerektirirler. Yalnızca ana karakter değil, yan karakterler için de geçerlidir bu titizlik. Aksi durumda iki boyutlu karton karakterler romanı başarısız kılar.

Bir şair için kendi şiirinin karakteri olmak içtenlikle ilgili bir olgu olarak düşünülebilir. Kendi kişiliğini, karakterini gerçek anlamda bir ‘karakter’e dönüştürmüş veya o çabada olmuş pek çok şair vardır. Bunlar yarı kurgusal, biraz da yapay, hayatın gerçekleri karşısında sürekli yalpalayan, çoğu zaman karikatürlere konu olabilecek bir görünüm çizerler.

Mekânlar

Şairin şiirde kullandığı mekânları genelde kendi yaşam alanları oluşturur. Pek az şair, şiirin mekânı konusu üzerinde kafa yorar. Oysa birkaç sözcüklük belirlemeler bile şiirin çağrışımlarını etkileyebilecek bir atmosfer yaratarak etkisini derinleştirebilecek bir işlev görebilir. Ev, otel, kahvehane, park vb. yerler şiirlere tema veya mekân olabilerler.

Romanda mekânları tıpkı karakter oluştururcasına titizlikle işlemek oldukça önemlidir. Olayları ve mekânı okurun kafasında canlandırabilmek etkileyicilik, inandırıcılık ve katarsis açısından çok önemlidir. Karakterlere uygun ilgi çekici mekânlar bulmak, yoksa oluşturmak, mekânları gerektiği biçimde dayayıp döşemek ve böylelikle okuru karanlıkta bırakmamak oldukça önemlidir. Okur okuduğu metinin içinden kaybolmamalıdır. Yazar, bu bağlamda metniyle onu yaşadığı ortamdan koparıp romanın içine çekebilmeli ve orada tutabilmelidir.

Romanda arka plandaki kent, cadde, sokak, konut ve odalar olabildiğince canlı bir anlatımla, renkli şekilde dile getirilmelidir. Şiirde imgecilik(imagism) akımının bir özelliği roman için çok önemlidir: Bu özellik, sözcüklerle resim çizmedir. Harhangi bir mekân ya da görünüm yazarın sözcüklerden oluşan fırça vuruşlarıyla okurun gözünde canlanmalıdır.

Zaman

Şiir genellikle şairin onu oluşturduğu dönemin izlerini taşır. Belli bir akımın üslubu bile, yazıldığı zamana ilişkin bilgi verebilir. Şiirde belirlenmiş bir zaman dilimi yoksa genellikle zaman şiire içkindir. Bazen de düşünce veya ideoloji gibi açıkça bildirilmesi gerekmeyen, hatta bildirildiğinde şiirde deformasyona yol açan bir olgudur. Şairin kullandığı zaman kipi de şiirde başka bir zamansal katman oluşturur.

Romanda ise zamansal bir ağ romanın tümünü kapsar; anımsayışlar, gelecek tasarımları, geleceğin gelip geçişi, yarının dün oluşu vb. Zamanla ilgili pek çok görüngü romanların içinde vardır. Bu bakımdan romanın bir zaman dilimini de içinde taşıyan görüngüler toplamı olduğu söylenebilir Yıl, ay, gün, hatta saat, dakika bildirimleri romanlarda çoğu kez zorunlu olarak yer alır.

Bir zaman dilimi romancı tarafından oluşturulmuş tarihsel bir arka plana, romanın önemli katmanlarından birine dönüşebilir. Her zamanın benzer özellikler taşıyan insanları vardır. Benzer şekilde giyinir, konuşur, davranırlar. Bunların yaşam tarzları popüler kültürel özelliklere göre belirlenir. Romanlarda kurgusal kasıtla farklı anlatılmamışsa, 1970’lerin insanıyla 1940’ların insanı farklıdır, günümüz insanı daha da başkadır. Bilgi birikim, yaşam biçimi sürekli olarak güncellendiğinden böyledir bu. Toplumların tarihi bakımından çok kısa aralıklarla örneğin onar yıllık periyotlarla bu değişimleri gözlemlemek mümkün. Ayrıca teknolojik gelişmelerin sunduğu yeni alet, edevatlar da zaman bildiren ipuçlarına dönüşebilirler.

Tarihsel arka plan, tarihsel kırılmaların olduğu ve tüm karakterlerin o zaman diliminin olgu ve olaylarından şu veya bu biçimde etkilendiği ilgi çekici, merak edilen bir dönem olmalıdır.

Romanın Önemi

Şiirin ‘özlü’ söz olarak anlaşılageldiği ve romanın gereksiz söz yığınları içerdiğine ilişkin genel bir kanı var. Bu konuda benim bir de anım var. Karanfil Pasajında Ahmet Erhan’ın işlettiği küçücük kitapçı dükkânında Ahmed Arif ile sıkça rastlaşırdım. O günlerde Ahmet Arif ve Ahmet Erhan ile çay eşliğinde sohbetlerimiz olmuştu. Ahmed Arif’in anlattığına göre, bir gün, M. Buyrukçu ona “Baba ne zaman roman yazacaksın?” diye sorunca “Hadi oradan, ben hamal mıyım?” dediğini anlatmıştı. Bu örnek, aslında ülkemizde şairlerin romana bakışını özetliyor gibidir. Tanıdığım şairlerin romana ilgisinin sınırlı olduğuna yıllar içinde çok kez yakından tanık oldum.

Bir şair olarak roman ile kapsamı bakımından boy ölçüşebilecek bir sanat türünün bulunmadığını söyleyebilirim. Sinema bile bütün teknolojik olanaklarına rağmen, karakterin kafasının içinde geçen şeyleri edebiyata başvurmaksızın dile getirememektedir. Lütfi Akad, İnce Memed’in çekimi için Çukurova’ya bir geziye çıkar. Romanda okuduklarını sahada bulamaz. Bulamaz çünkü, Yaşar Kemal’in hayal dünyasını hesaba katmamıştır.

Şiir bağlamadır, yanıktır, bizimdir ve tek seslidir. Yazılan dile özgüdür daha çok ve bu bakımdan diğer türlere nazaran daha ulusaldır da. Romansa tüm yazınsal türleri içine alma olanağıyla çok çeşitli anlatım olanaklarını içerebilecek en genç edebiyat türüdür. Hem okuma hem de yazma bakımından ilgiyi fazlasıyla hak eden küreselliğe daha yatkın bir türdür.

edebiyatkafe
Latest posts by edebiyatkafe (see all)

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir