Şairanelik ile Yalınlık Arasında
Sömürü düzeni içinde şairler her açıdan süreğen olarak ajite edilirler. Bu yüzden onlarda ekonomik ve toplumsal koşulların reddini dile getiren şiirler yazma eğilimi baskındır. Bu eğilimde olanların büyük çoğunluğunun emeğiyle geçinmek zorunda olduklarını söyleyebiliriz. Zaten şiir, büyük ölçüde ekonomik, ulusal, tarihsel, dini veya ahlaki her türden toplumsal baskı ve bu baskıya karşı kendini savunma isteğinin şair üstünde yarattığı gerilimin verimi değil midir? Elbette şair, kısaca toplumsal baskı olarak adlandırdığımız bu olguya bilinçsizce tepki vererek deli saçması sözler sarf eden ‘ajite’ bir meczup değildir.
Şairler büyük bir öğretinin, ideolojinin penceresinden dünyaya ve yaşama bakabilecekleri gibi içselleştirdikleri bir ideolojiyle bilinçli olarak gevşek bağlar da kurabilirler. Birinci gruptakiler büyük işler başarma hevesiyle romantik birer fedai ve sözcüğün olumlu anlamıyla idealist kişilerdir… Büyük işlerden başlıcası değişim, dönüşüm, devrim arzusudur. Toplumsal bir altüst oluşla sömürü düzenine son vermek ve yaşamı üretenlerin onu yönetmelerini sağlamak arzusundadırlar.
Bu şairlerin Cumhuriyet dönemindeki ilk örneğinin Nâzım Hikmet olduğunu söyleyebiliriz. Büyük temaların, tüm dünyayı, hatta evreni içine alan şiirlerin, destanların şairidir. Elbette sıradan insanların portreleri de şiirlerinde epeyce yer tutar. Cezaevi bu konuda ona yeterince malzeme vermiştir.
Yine aynı düzlemde yer alan Orhan Veli ise ideolojisiyle gevşek ve esnek bağlar kurmuştur. Kendi bireysel özgürlük alanını genişleterek küçük yaşamların küçük şiirlerini yazdığı hâlde hiç de Nâzım’dan daha az önemli veya ayrı düşünülemeyecek bir şairdir.
Bu iki şairimiz arasında benzerliklerin yanı sıra elbette farklılıkları da vardır.
Şairler, halk yığınlarının içinde kaybolup gitmeme, üzerlerinde hissettikleri toplumsal baskı nedeniyle uğrayadurdukları ‘zulme’ karşı itiraz, direnme, başkaldırı ile varlıklarını ortaya koyma çabasındadırlar. Ancak duyumsadıkları baskının şairlerin her biri üzerinde aynı ölçüde etkili olduğu söylenemez. Her şairin toplumsal baskıya aynı tarzda itiraz ettiğini, direndiğini veya başkaldırdığını söylememiz de mümkün değildir. Çünkü her insanın olduğu gibi her şairin de toplumsal koşulları ve yaşam alışkanlıkları başka başkadır. (Konudan bir tık uzaklaşarak belirtmeliyim ki farklı ideolojilerde, örneğin İslamcılarda pek çok şair tevekkül ve kadercilikle dine aykırılıklara karşı bir motivasyonla şiirlerini kurmaktadırlar. Bunlar genellikle katı dinsel ahlaki önermeler içeren, varoluş sorunu bulunmayan, direnme ve başkaldırının tam tersi yönde şiir yazma çabasında olmuşlardır.) Direnme, başkaldırı ve var olmanın asıl şiirini, genel anlamda sol edebiyat içinde yer alan şairler yazmıştır. Ana akım diyebileceğimiz bu ‘sol’ edebiyat içindeki şiirde iki farklı eğilim dikkat çekicidir: Şairanelik ve yalınlık…
Bu iki tutumu, retoriğin egemen olduğu anlatımcı şair grubu ve yalınlığı baz alan şair grubu olarak ele alabiliriz. Bütün insanlığın dertlerini dert edinmesi bakımından (antiemperyalist çizgide enternasyonalizm ilkesi nedeniyle) birinci gruptakilerin üsluplarındaki biraz da tumturaklı söylevci tutum, onlarır şairane olarak adlandırılmasına zemin hazırlar. Şairanelik ve yalınlık bakımından zıt yönde bulunan iki büyük şairimiz Nâzım Hikmet ve Orhan Veli’yi örnek olarak ele alabiliriz. Kuşkusuz bu iki şairin birbiri ile güçlü bağları bulunuyordu. Birbirinin şiirinin sıkı takipçileri olmaları da Orhan Veli’nin ölümüne kadar sürmüştür. İkisinin de edebiyatın soldaki halkçı, toplumcu temsilcileri olduğunun altını kalınca çizerek belirtelim.
Bu iki büyük devrimci şairden ideolojik, politik bilinci ve tutumu daha belirgin olan, parti üyeliği de bulunan Nâzım Hikmet’tir. Nâzım’ın şiiri, kendinden önceki divan şiirinin özelliklerini taşımaz. Bununla birlikte şairaneliği oradan aldığı söylenebilir. Orhan Veli ise pragmatik bir tutumla poetik açıdan yalınlık arzusuyla geliştirdiği kuramsal savlarla Türk şiirinin temel taşlarını yerinden oynatır. Orhan Veli, Modern Cumhuriyet’in yetiştirdiği ilk kuşaktan devrimci bir poetik bilinçle eski şiire dair ne varsa reddeden öncü (avangart) bir şairimizdir.
Şairaneliğe karşı çıkışının yanında, yalnızca divan şiirini değil hececi şiiri, ölçü ve uyağı, hatta söz sanatlarını da reddederek şiirini yeni toplumun çalışarak geçinmek zorunda olan kesimine yazdığını Garip’in önsözünde açıkça dile getirir. Onun şiirine dikkatlice bakınca sıradan insanın, sıradan ve bireysel dertlerini toplumcu bir tutumla ve hafif bıçkın bir üslupla dile getirdiğini söyleyebiliriz. Bu bakımdan o, Cumhuriyet’in yetiştirdiği ilk kuşaktan olmakla birlikte, özü gereği emeğiyle geçinen sınıfların kendiliğinden ve doğal bir şairi olarak ortaya çıkmış görünmektedir.
Onun bu radikal poetik tutumunun sonucunda toplumcu şiirin aynı yatakta yan yana akan ve pek çok noktada birleşen iki büyük kanaldan ilerlediğini görürüz. Toplumcu şiir, Nâzım’ın açtığı kanaldan biraz da büyük insanlığa, büyük söz söyleme arzusunun baskın olduğu bir şiir olarak günümüze doğru akıp gelir. Üslup şairanelik taşır ve bu kanalın tüm şairlerinde şu veya bu oranda görülür. Attila İlhan, Ahmed Arif, Enver Gökçe, Hasan Hüseyin, Ataol Behramoğlu, Ahmet Telli, Adnan Yücel’i ilk elden bu özellikleri bakımından ele alıp incelemek mümkündür. Şairaneliğin asıl nedeni, bu şairlerin şiirlerindeki ideolojik, politik mücadelelerinin yansımalarıdır. Şairaneliğin ayrıca eril bir ses tonunun olduğu da belirtelim. Şiiri toplumcu gerçekçi kanalın içinde yer alan Gülten Akın’da da şairanelik ve kimi şiirlerinde eril bir sesin yansımalarını buluruz. Elbette bunun dışında aynı çizgiden geldiği ve aynı şairaneliği taşıdığı halde yenilgiyi kabullenmiş, ağlak, alaturkaya hatta arabeske düşmüş kimi şairlerin de bulunduğunu söyleyebiliriz.
Orhan Veli, şairaneliğe karşı çıkarak şairin mistik, peygamberane personasını ve kimliğini de reddetmiş olur. Kendi şiirini ancak geniş halk kitlelerinin içinde sıklıkla rastlanılan türde birinin bıçkın üslubunu, lümpen olarak addedilmekten çekinmeksizin bilinçli bir biçimde kurar, oluşturur. Küçük hayatların küçük sorunlarının küçük şiirlerini böylelikle yazarak şiirin tematik alanını büsbütün genişletir.
Ne yazık ki edebi sanatlara da karşı çıktığı için şiirini espri, zekâ oyunu ve ironinin kısıtlanmış alanına mahkûm eder. İkinci Yeni’nin kendinden menkul sözcüsü konumundaki Cemal Süreya, Garip şiirinin özelliklerini yansıtan bu kavramları baş tacı edecektir. Oysa bu kavramlar bir yapıtı oluşturmak ve onun niteliğini yüceltmek bakımından kadük özelliklerdir. Günümüzde Süreya’nın bu kavramları kullanarak işaret ettiği yönde şiirler yazan ve güya İkinci Yeni’nin bir yolağını temsil ettiği varsayılan şair adlarına rastlamaktayız. Garip şiirinde şiirselliğin ve hatta şiirin ta kendisi olan istiare (metafor) ve mecaz terk edilince edebi değerin oldukça düştüğünü rahatlıkla ileri sürebiliriz. Bu sonucun farkına bile varmayan İkinci Yenicilerin çoğunun ilk şiirlerinde Garip şiirinin etkisi görülür. Metafora yaklaşımda görülen kayıtsızlık ise şiirin kuramsal alanının uzun yıllar boş kaldığının göstergesi gibidir…
İkinci Yeni’nin dışındaki şairaneliği sürdürmekte sakınca görmeyen toplumcu şairlerinse metaforun öneminin az çok farkında olması ilginçtir. Pek çoğunun şiirinde metaforlara sıklıkla rastlanır. Onların bu farkındalığı bilinçli bir tutumun sonucu değil, çoğu kez metaforlarla oluşturulabilen ‘berceste mısra’ arayışlarının bir sonucu olsa gerektir.
Toplumcu şiirin temel özelliklerinden biri de anlatımcılığa yönelmiş olmasıdır. 1954 yılında yayımlanan Attila İlhan’ın Sisler Bulvarı, İkinci Yeni şiirine anlatımcı ve toplumcu bir yanıt olma özelliğiyle dikkatleri üzerine toplar. Toplumcu gerçekçiler, halkın büyük çoğunluğuna ulaşma amacıyla toplumcu ve yine bu nedenle anlaşılır olmak için gerçekçiliğe vurgu yapmışlardır. Garip şiirindeki gibi gündelik, herkesin konuştuğu anlaşılır bir dil ve anlamsızlığa karşı taviz vermez bir gerçekçilik tutumu sergilemişlerdir. Gerçekçilik tutumu bu tarz şiirde sözcüklerin ya da dizelerin kendileriyle taşıdıkları anlam arasındaki mesafeleriyle ilgilidir. Öyle ki, bu anlayışın kimi şairlerinin sözcükleri ve dizeleri anlama yapışık biçimde çağrışımdan uzak şekilde kullandıkları söylenebilir. Bu bakımdan Garip şiirinin toplumcu gerçekçi şiirden daha fazla çağrışımlara kapalı bir şiir olduğunu söyleyebiliriz. Bu yönüyle yer yer imgecilik(imagism) akımının sözcüklerle resim çizercesine imgeler oluşturma özelliğini taşıdığı bile söylenebilir.
İkinci Yeni şiirinin çoğu şairini kapsayan en genel özelliği, çağrışıma kapalılık sorununu grameri bozarak aşma çabasına yeltenmeleridir. Bunu da sözcükleri ve dizeleri eksilterek, hatta yanlış kullanarak gerçekleştirmeye çabalamışlardır. Bu tutum sonraki süreçte örneğin İlhan Berk’te fazla sözden, hatta anlamdan kurtulma çabasına savrulmaya kadar varır.
Şairanelik şu veya bu oranda didaktik veya anlatımcı şiirin özelliğiymiş gibi duruyor. Üstelik şairlik yüceltilmiş bir kavram olduğundan, şairaneliğin yüz yıl öncesine kadar meşru bir zemini de vardı. Fakat günümüzde şair, evriminin son noktasında bir çeşit anti kahramana dönüşmüş, şiir ve şair kavramları yüceltilmiş kavramlar olmaktan çıkmıştır. İdeolojik yönsemeleri bir kenara bırakıldığında şairaneliğin son büyük örnekleri olarak Mehmet Akif’in İstiklal Marşı ile Nâzım’ın Kurtuluş Savaşı Destanı ve Şeyh Bedrettin Destanı örnek olarak gösterebiliriz. Üç örnekte de ünlem ve ünleme fazlalığı dikkat çekicidir.
İstiklal Marşı ile Kurtuluş Savaşı Destanı bir ulusun ölüm kalım savaşını, Şeyh Bedrettin Destanı da sınıfsal çelişkilerin, toplumların tarihsel gelişiminin dinamiğinin yetirince bilinmediği bir zaman diliminde (15. yüzyılda) eşitlikçi bir mücadelenin büyük anlatısını içerir. Parantez açmadan belirtmeliyim ki bence, Nâzım’ın adına ve bu iki destanına tutunarak kendi adını gündeme getirme uyanıklığındaki retorikten, şairanelikten başka hiçbir yeteneği olmayan Hilmi Yavuz vb. şairlerin bu şiirlerdeki bir virgülden daha değerli şiirler ortaya koyamadıkları da bir gerçekliktir.
Şiirleri büyük yapan temel olgulardan biri, bu örneklerdeki gibi kapsamlı temaların seçilmesidir.
Gündelik hayatın hızı artık pek de büyük şiir yazmaya ve okumaya olanak vermemektedir… Tematik belirsizlik, günümüz şiirinin başat özelliği hâline gelmiştir desek yeridir. Büyük şiirin ve şairaneliğin bir başka özelliği düşünceye belirgin biçimde yer vermesidir. Oysa Valery’den bu yana düşüncenin şiirde gizli kalması gerektiğine ilişkin epeyce köklü bir görüş vardır. Bunların dışında büyük şiirden kast ettiğim şeyin estetik derinlikle ya da uzunluk kısalıkla çok da ilgisinin bulunmadığını söyleyebiliriz. Akıl dolu bir tezin savunulduğu üç beş dize bile teması (izleği) nedeniyle büyük şiir olarak addedilebilir. Puşkin’i bu bakımdan bir dörtlüğü ile analım (Çevirisi bana aittir.).
ALTIN VE KILIÇ
Her şeyi alırım, dedi altın
Her şeyi alırım, dedi kılıç
Her şeyi satın alırım! dedi altın
Her şeyi zorla alırım! dedi kılıç.
Egemenliği, iki nesne üzerinden iki metaforla (kişileştirme / intak) başarılı şekilde tanıtlayan bir şiir.
Orhan Veli’nin erken ölümü, onun şiirinin olgunluk dönemi olabilecek en azından son çeyreğini ortaya koymasını engellediğini söyleyebiliriz. Bununla birlikte yaşamının son yıllarında, Garip’teki kökten reddetme üzerine kurulu şiir anlayışını yumuşattığı görülür. Şairanelik diye eleştirdiği üst perdeden söz söyleme arzusunun düşük tonlu yansımaları şiirlerinde göze çarpmaya başlar. Yaşasaydı büyük olasılıkla İkinci Yeni şiirine çıkmayacaktı onun yolu. Hatta belki de Türk şiiri için bataklık olan ve Garip şiirinin kuramsal açıdan gerisinde yer alan İkinci Yeni şiiri dahi ortaya çıkamayacaktı. Çıksa bile ona bunca gereğinden fazla bir önem atfedilemeyecekti. Ayrıca Melih Cevdet, yanlış bir tutumla Yunan mitolojisi sapağına döndüğünden, Oktay Rifat’ın şiiri yoldaşsız kalmayacak, Garip şiiri zaten bir damarı olduğu toplumcu şiire daha da yaklaşacaktı.
Belki de şairanelik, yalınlık ve metafor üzerine tartışmalar bundan yetmiş yıl önce daha verimli bir şekilde yapılacak, çözüme kavuşturulmuş olacaktı. Kavram kargaşası içindeki İkinci Yenicilerin zayıf poetik yazılarının sonucu çarpıtılmış, anlam genişlemesine değil anlam saçılmasına uğramış kavramlar bataklığına düşülmeyecekti. Herkesin yalan yanlış kullanmakta ısrar ettiği fetişe dönüştürülmüş ‘imge’ kavramı, yapış yapış, şekerli sakız gibi ağızlarda şaklatılıp durulmayacaktı.
- Toz, Toprak İçinde - Nisan 28, 2024
- Dava - Kasım 5, 2023
- Şiir: Tembel Fıkra - Eylül 10, 2023