Kültürlerarası Etkileşimde Şiir ve Şiir Çevirisi
Edebiyat

Kültürlerarası Etkileşimde Şiir ve Şiir Çevirisi

“Çeviri olmaksızın, sessizliğe sınır olan şehirlerde yaşıyor olurduk”

George Steiner

Kültürü soy sop ve kanbağına indirgeyen anlayış ve tutumlara karşı, kültürlerarası etkileşim yüceltilmesi gereken bir kavram. Çünkü iktisadi ilişkilerde ve özellikle de tüketim açısından olabildiğince evrenselleşen dünyada, mikro milliyetçiliği, etnosantrizmi ortadan kaldırmaya gücü yetmese de onları sorgulamaya olanak tanıyan bir özelliğe sahip.  Kültürlerarasılık, sadece komşu halklar arasında değil, çok uzaklardaki toplumlar arasındaki duvarları da yıkan bir etkiye sahiptir.

Çeviri, dille örülmüş sınır çitlerini ortadan kaldıran en önemli araçtır. Çevirmenler olmasa toplumlar arasına çekilmiş görünmez beton duvarlar daha da kalınlaşacaktır. Özellikle edebi yapıtların çevrilmesi, bilmeyi, tanımayı ve kavramayı kökleştirdiği gibi kültürel etkileşimi çoğaltmış ve toplumları birbirini anlamaya yöneltmiştir.

Etkileşimler; yabancı, başka kültürlerden, başka edebiyat akımlarından, odak kişilerden olmaktadır. Bu şekilde düşünüp yorumlamakla birlikte, genel olarak dıştan içe yansıyabilecek, değişik etkenleri de göz ardı etmemek gerekir. Sanat dünyasındaki iki tipik etkilenişe örnek olarak; zamanla tek-planlı minyatürün yerini alan perspektifli ulusal Türk resim sanatı ile tek sesli (monodik) Türk sanat müziğine has gelişim hamlelerinin doğal sonucu olan çoksesli ulusal Türk sanat müziğinin doğuş ve oluş prosedürlerini incelemek yerinde olur.

Nitekim tek boyutlu ulusal minyatür sanatı, 18. yüzyıl başlarında İstanbul’da kurulan Mühendishani-i Berr-i Hümayun (Askeri Kara Mühendisliği Okulu) (1795), çağdaş eğitim ve öğretim  program gereği, perspektif gibi, dıştan içe yansıyan bilimsel bir yenilikten etkilenmiş ve tek boyutlu kitap resmi olan minyatürün, zamanla çok boyutlu ve değişik planlı (perspektifli) resim sanatına dönüşmesi, gelişim yasasının kaçınılmaz sonucu olmuştur. Türk minyatür sanatı ile, 19. yüzyıl Bektaşi resimlerini izleyen, perspektifli Türk resminin ilk ve daha sonraki sanatçıları Şeker Ahmet Paşa, Zekai Bey’den başka daha nice ünlü ressamlarımız yer almış bulunmaktadır (Altar, 1981:10).

Edebi etkileşim  için  özellikle, modern Türk şiirinin şekillenmesi bağlamında Fransız edebiyatıyla olan etkileşim oldukça önemli örnektir. Tanzimat ve hatta ondan önce başlayan Batılılaşma eğilimleri, Fransızcaya ve Fransız edebiyatına aşırı yönelimi de beraberinde getirmiştir. Dönemin kentsoylu ailelerinin ve özellikle de yönetici zümrenin mürebbiyelerinde aranan en önemli vasıflardan biri Fransızca bilmektir. Özel olarak alınan dil  eğitiminin başlıcasını Fransızca oluşturmuştur.

Türk edebiyatında ilk şiir çevirisi, bilebildiğim kadarıyla Şinasi tarafından 1859 yılında yayınlanan Tercüme-i Manzume’dir. Fransız edebiyatından Racine, Lamartin, Gilbert, Fenelon, La Fontaine gibi klasik ve romantiklere ait şiirlerin çevirisine yer verilen bu eserin, Tanzimat dönemi edebiyatı ve düşünce dünyasına önemli etkileri olmuştur.

Etkileşimi  anlamak bakımından Şinasi’nin  eserinde dile getirdiği dünya görüşünün kavramlaştığı şu sözü anımsamak yeterli olacaktır:

“Milletim nev-i beşer, vatanım rûy-i zemin” (Milletim insanoğlu, vatanım yeryüzü)

Bu söz aslında Victor Hugo’ya aittir. Şinasi, Tercüme-i Manzume’nin hem ön sözünde hem de eserlerle ilgili açıklama yaptığı bölümlerde sık sık bu cümleye göndermelerde bulunmuştur. İçerisinde fablların da bulunduğu bir eser olmasına karşın ağırlıklı olarak şiirle başlayan etkileşimin derinliğini kavramak bakımından da bizlere önemli ipuçları vermektedir.

Kapitülasyonlarla birlikte başlayıp Cumhuriyet’in ilk yıllarında da devam eden ve 1950’lilere kadar egemenliğini sürdüren Fransızca, 20. yüzyılın ortalarından itibaren, yani Anglosakson edebiyatın yaygınlaşmasıyla önemini yitirene değin etkisini korur.

Edebiyat-ı Cedide’nin deyim yerindeyse “Osmanlı dili ile Batılı şiir söylemeye kalkışmak” olduğu saptaması Fransızcanın gölgesini, Fransız şairlerinin etkisini çarpıcı biçimde özetlemektedir.

Bu iğreti durumun farkında olan Yahya Kemal Beyatlı, başlangıçta Tevfik Fikret aracılığıyla bağlandığı ve Cenap Şahabettin etkisiyle o yolda (Malumat ve İrtika dergilerinde) “Agâh Kemal”  takma adıyla şiirler yazmıştır.  Yahya Kemal,  Edebiyat-ı Cedide’nin bu kültürel coğrafyaya ayrıklısılığını,   Paris’te bulunduğu yıllarda Fransız şiiri ile farklı bir etkileşime dönüştürür. Bunda ünlü tarihçi Albert Sorel’in derslerini ve özel sohbetlerini izlemesinin büyük etkisi olmuştur.  Özellikle Jose Maria de Heredia’nın sonelerini incelerken “eski Yunan ve Latin şiirinin zevkini almış; aradığı yeni Türkçenin yanına yaklaştığının farkına varmıştır. Söylediğimiz Türkçenin (konuşma dilinin) eski Yunan ve Latin şiirindeki beyaz dil gibi bir şey” olduğunu anlamış, onunla karşılık bulan Nev Yunanilik böyle şekillenmiştir.

Yahya Kemal, Divan şiirini Türk klasiği olarak gören bir edebiyatçıdır.  Fransız şiirini yakından tanıdığı  Paris yıllarında, Fransız  şair Paul Verlaine’in Fetes Galantes’ını (Âşıkane Ziyafetler) kitabının etkisinde kalarak, onun 18. yüzyıl Versailles’ının parklarını, şatolarını, yaşayış biçimini, aşklarını, o yüzyılın Fransızcasıyla anlatma üslubunu kavrama gayreti, klasik divan şiirine yönelme düşüncesini kökleştirmiştir. Bu etkiyle Arapça ve Farsçasını ilerletmeye çalışır.

Beyatlı, “Paris’te kaldığı dokuz yıl içinde birinci elden izlediği Fransız edebiyatında Hugo ve diğer romantik şairlerden duygusallık; de Banville, Heredia ve öteki Parnas şairlerinden biçim olgunluğu; Baudelaire, Mallerme, Verlaine ve öteki sembolist şairlerden şiirde ritm (iç ahenk), Moreas ve öteki neo-klasik şairlerden klasiğe yönelme özellikleri aldı; bunları kendi kişiliğinde birleştirerek, Osmanlı- Türk toplumuna bağlı bir şiir estetiği kurdu” (Kudret,1997:607).

“(…) Paris’te, eski  Yunan ozanlarından (Theokritos vb) yapılan çevirilerin; ayrıca, Yunan ve Latin şiiri geleneğinden yararlanan Heredia’nın etkisiyle ‘Türk zevkini Arap ve Acem etkisinden uzaklaştırarak, Avrupa uluslarında olduğu gibi bizde de Yunan ve Latinlerden gelen edebi miras çerçevesinde bir şiir yaratmak hülyasına kapılmış’, ‘Nev-Yunani’ dediği bir çeşnide ‘Türkçenin  Yunan sanatı gibi beyaz ve çıplak olan güzelliğini belirtecek bir çığır denemişti.” (Kudret, 1997:609). Sicilya Kızları ve Biblos Kadınları şiirleri bu yolda yazılmış şiirleridir.

Alişanzade İsmail Hakkı’nın 1927’de Baudelaire’i Türkçeye çevirmesiyle başlayan, daha adından başlayarak (Elem Çiçekleri olarak çevirmiştir çünkü) türlü eksiklik ve kusurları olmasına karşın, önemli bir şairi keşfetme duygusuyla Türkçeye kazandırması, etkileşimin dilsel yanından çok, estetik yanının önemsenmesi gerektiğini duyumsatır.

Baudelaire, Fleurs du Mal ile, kötülükle iyilik, pislikle temizlik, şerle hayır, çamurla mavilik, sıkıntıyla sevinç ikiliğini anlatmaktadır.  Alişanzade  İsmail Hakkı ise onun demek istediğinden uzak ama zamanının romantik havasına daha uygun görerek, bu elemin bir başka elem olduğunu anlamayı da okuyucuya bırakmak istemiştir. Ne var ki Baudelaire’nin bu kitabı Eyüboğlu’nun altını çizdiği üzere, Fransa’da gördüğü işin tersine bizde Romantizmi besleyen bir etkileşime sebep oldu. (Eyüboğlu, 1976:6)

Şairlerin bir önemli özelliği de, çeviri yapmalarına üstelik şiir çevirmelerine rağmen, şiirin çevrilemezliği üzerine hükmetmeleridir.

Paul Valery, şiir bir dilden başka bir dile çevrilmeyen şeydir der, ama kendisi Vergilius’u Fransızcaya çevirmiştir. Cahit Sıtkı, “Bir şiiri kepaze etmek istiyor musun? Başka bir dile çevir.” der ama kendisi Baudelaire’nin, Verlaine’in en sevdiği şiirlerini Türkçeye kazandıranlardan biri olur. Baudelaire, kendi şiirlerini İngilizceye çeviren bir delikanlıya kızmış ama kendisi Edgar Allan Poe’nin şiir saydığı hikâyelerini çevirmek için akla karayı seçmiş, üstelik onunkilere benzer hikâyeler yazıp şiir diye yayınlamıştır.

Yeri gelmişken, şiirimizde derin izler bırakan ve işlevi kabararak süren  bir başka etki ve etkileşimi de belirtmekte yarar görüyorum. Orhan Veli Kanık, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday’ın öncülüğünde ortaya çıkan 1940’lı yılların en önemli şiir hareketlerinden Garip’in yerli dinamiklere ilişkin sebepleri kuşkusuz vardır ama Jacques Prévert’in (1900) Garip Şiiri anlayışına kaynaklık ettiğini söylemek gerekir. Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat üçlüsünü bu dönem şiirlerinde yoğun Prévert etkisi görülür. Ayrıca Paul Valery’nin de Fransa’da gelişen modern şiirin öncüleri arasında yer alan ve dünya şiirini olduğu gibi modern Türk şiirini de etkileyen şairler arasında olduğunu ekleyelim.

Buradaki şekillenmenin dayandığı iki kurum vardır: Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde 28 Şubat 1940’ta kurulan Tercüme Bürosu’nun başında Nurullah Ataç’ın olduğu, bu büronun daimi çalışanları arasında Saffet Pala, Sabahattin Ali, Sabahattin Eyuboğlu, Enver Ziya Karal, Bedrettin Tuncel ve Nusret Hızır yer almaktadır.  Halit Ziya Uşaklıgil, Yakup Kadri Karaosmanoğlu,  Halide Edip Adıvar, Suat Kemal Yetkin, Erol Güney, Yaşar Nabi, Oktay Akbal, Melahat Özgü, Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday, Behçet Necatigil de  çevirmenler arasındadırlar. Tercüme Dergisi  ise bu büronun resmi yayın organıdır. İlk sayısı 19 Mayıs 1940’ta yayımlanan Tercüme Dergisi, 1943 yılına değin düzenli çıkmasına karşın, iki aylık düzeninindeki ilk gecikmeyi 19.9.1943’te yaşar ve bundan sonra da aksamalarla 1940-66’ya kadar toplam 87 sayı yayımlanabilir. Özellikle Almanca ve Fransızcadan yapılan çeviriler ile bir bütün olarak edebiyatı etkilediği gibi, modern Türk şiirinin şekillenmesinde küçümsenmeyecek bir işlev üstlenir.

Türcüme Bürosu’nun 1940-66 arasında yayımladığı klasik eserler, 1247 ciltlik toplamı 1120 eserdir.

Etkileşim, bazen bir  sözcükle de değil, bir harfle büyük bir dönüşüme de sebep olabilmektedir.

Son olarak size, Türk şiirinde kırık dizelerin öncülüğünü yapmaya neden, etkileşimi çok basit ama çarpıcı bir örnekle aktarmak istiyorum.

Granada, İspanya’da bir kasabanın adıdır ve bugün bizim belleğimize kazınmasının nedeni  Rus şair Mihayil Svetlof’un aynı adlı şiiridir. 20. yüzyıl Türk şiirinin,  Türkçenin en önemli şairlerinden Nazım Hikmet, 19 yaşında, 1921 yılında Sovyet Rusya’ya gider.  O yıllarda Rusya’da Mihayil Svetlof’un İspanya iç savaşını tema edinen “Granada” adlı şiiri dilden dile dolaşmaktadır. Şiirin kahramanı, “Granada, Granada, Granada mia!” (Benim Granadam!) diye bir türkü söylerken birdenbire alnından bir kurşun yer, “Granada” kelimesinin sonuna kadar tamamlayamaz. “Grana… Gra…” diye ölür. Şiirdeki sözleri anlamayan Nazım Hikmet, şiirde sözcüğü yarıda bırakma oyununu o zamanlar  yazdığı Salkımsöğüt ve Bahri Hazer şiirlerinde kullanmıştır (Babayev, 1976:80).  Böylelikle kırık mısra düzeni Nazım Hikmet’le özdeşleşerek Türk edebiyatına girmiştir.  Ancak burada Nazım Hikmet’in bir yanılsaması söz konusudur. Ekber Babayev anlatıyor:

“Şiirlerin yazılmasından çok sonra, 1952’de, Salkımsöğüt ve Bahri Hazer şiirlerinden söz açıldığı zaman Nazım Hikmet’le aramızda şöyle bir diyalog oldu:

– Svetlof’un şiirinde patlamamış, fakat bir an sonra patlayacak bir el bombası, benim şiirlerimde ise batmamış, fakat bir an sonra batacak bir kayık ve düşecek bir at var.

– Ne söylüyorsunuz? Ne el bombası üstat?

-Granata el bombası değil mi?

– Evet, el bombasıdır ama şiirdeki Granata değil, Granada’dır, yani İspanya’da bir kasabadır.

– Yok canım! Hay Allah kahretsin, öyle anlamışım ne yapayım, şiiri artık yazmışız.” (Babayev, 1976).

Sözünü ettiğim şiirlerdeki kırık dize düzenli bölümler şunlardır:

Atlılar atlılar kızıl atlılar
Atları rüzgâr kanatlılar!
Atları rüzgâr kanat…
Atları rüzgâr…
Atları…
At…

Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat!

(Salkımsöğüt, 1928)

Çıkıyor kayık
iniyor kayık
çıkıyor ka…
iniyor ka...
Çık…
in…
çık…

(Bahri Hazer, 1928)

Bugün Nazım Hikmet’i diğer şairlerimizden farklı kılan, en önemli etkenlerden biri onun Türk şiirine getirdiği bu yeni biçimdir. Nazım’ın Türk şiirine getirdiği bu yeni biçimin temelinde Granadalı bir yurtseverin öldürülmesi yatmaktadır. Bu şiirle birlikte İspanya İç Savaşı’nın getirdiği derin etkileşim Kuvayi Milliye Destanı’nın yazılmasına kadar da uzanır.

Nazım Hikmet 1937 yılının son haftasında, Madrid Kapısı’nda nöbet bekleyen Cumhuriyetçi genç için “Karanlıkta Kar Yağıyor” adlı şiirini yazar. Şiir 1938’in yılbaşı Akşam Postası’nda yayımlanır.  Şiir çok güçlü ve etkileyicidir. Nazım, İspanya İç Savaşı’nı anlatan bu şiirini, yayımlanmadan kısa bir süre önce, Ankara’da Şevket Süreyya Aydemir’in evinde, coşkuyla okumuştur. Dinleyenler arasında Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer de vardır. Sükmensüer çok duygulanır ve gözleri yaşararak Nazım Hikmet’ten bir dilekte bulunur:

“Bu şiirde ne komünizm ne kapitalizm var. Bu şiirde anlatılan halkın isyanıdır. Tıpkı bizim İstiklal Savaşımızda olduğu gibi. Ama ne yazık ki hiçbir Türk şairi halkımızın yazdığı Kurtuluş Savaşı Destanı’nı dile getirmedi, halkımızın gösterdiği fedakârlıkların şiirini yazmadı. Yazık değil mi Nazım? Bizim halkımızın isyanı ve savaşı yanında İspanya İç Harbi çocuk oyuncağı kalır. Yaz Nazım, Anadolu destanını yaz. Yaz Nazım, sana yakışır Anadolu destanı yazmak” (Fuat, 2001:283).

Bilinen bir Doğu öyküsüdür. Geceleyin, bir sokak fenerinin altında, yerde bir şeyler arayan adama yoldan geçen birisi sormuş:

“Bir şey mi arıyorsun?”

“Evet,” demiş adam, “Anahtarımı kaybettim.”

“Ya,” demiş soran kişi, “peki anahtarını burada mı kaybettin?”

“Hayır,” diye cevaplamış adam, “tam da burada diyemem ama burası daha aydınlık”.

Etkileşimi aydınlıkta, dahası gün ışığında aramak… İncil kökenli “Nihil novi sub sole” (Güneşin altında yeni bir şey yoktur) meselesindeki gibi, bu çabanın boş ve yararsız bir uğraş olduğunu söyleyecek değilim ama iç derinliklerde saklı yüzlerini, zengin anlam katmanlarını göz ardı ederek, etkileşimi her zaman aydınlıkta aramanın da yazınsal yaratıcılık açısından ciddi bir eksiklik olduğunu yadsıyamam.

Altar, Cevad Memduh (1981). Onbeşinci Yüzyıldan Bu Yana Türk ve Batı Kültürlerinin Karşılıklı Etkileme Güçleri Üstünde Bir İnceleme, Kültür Bakanlığı Yayınları: Ankara.
Babayev, Ekber (1976). Yaşamı ve Yapıtlarıyla Nazım Hikmet, Cem Yayınları: İstanbul.
Eyuboğlu, Sabahattin (Düzenleyen: Magdi Rufer Ebuyoğlu) (1976). Şiir Çevirileri, Cem Yayınevi: İstanbul.
Fuat, Mehmet (2001). Nazım Hikmet, Adam Yayınları: İstanbul.
Kudret, Cevdet (1997) . Edebiyat Kapısı, Yapı Kredi Yayınları: İstanbul.

edebiyatkafe
Latest posts by edebiyatkafe (see all)

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir