Feyzullah Çınar hakkında yazı
İnceleme

Bir Büyük Zahmet İşçisi: Feyzullah Çınar

I.

Feyzullah Çınar
Feyzullah Çınar

1990’ların sonu. Moldavya’da  düzenlenen bir sempozyuma katılmış, şehir merkezine yakın üniversite binasının hemen içerisinde, kendi yaptığı keklerle birlikte meyve çayları ikram eden ama asıl çabası kitap ve kaset satmak olan, her halinden emek insanı olduğu anlaşılan hanımefendinin işlettiği kantinimsi bir köşeye sokuldum. Dünyanın değişik ülkelerine ait etnik müzik kasetlerinin içerisinde Anadolu müziğini içeren bir kaset gördüm. Heyecanla aldım elime. İçerisinde Feyzullah Çınar ve  Müslüm Sümbül’den de deyişler yer alıyordu. Satın aldığım o kaseti Ankara’da Müslüm Sümbül’le birlikte dinledik daha sonra. Gençlik dönemine ait bir kayıttı. Kim tarafından, ne zaman ve nerede kayıt edildiğini hatırlayamadı. Kendisine verdim. Kaset Moskova’da 1970’lerde doldurulmuştu.

O ziyaretten müzikle ilgili bir başka anım daha var. Kişinev merkezinde, şehrin bulvarına ve lacivert kubbeli kiliselerine bakan bir evde kalıyorum. Evler hem daha güvenli hem de ekonomikti. Kaldığım ev, 1948 yılında,  Stalin tarafından kızıl (altın) madalya ile ödüllendirilen Moldovyalı  bir müzisyenindi. Ekonomik darlıklar, şehir merkezlerindeki bu evlerin sahiplerini kır evlerine çekilmeye, buraları da kiraya vermeye zorlamış (Aynı gerçeklikle Bakü’de de karşılaşacaktım ve ünlü sanatçı Zeynep Hanlarova’nın evinde de bu gerekçe ile kalacaktım.). İki oda bir salon. Üniversiteden rehberim de olan kütüphaneci Maria Mavrodi’nin anlatımına göre, şehrin büyük evlerinden  biri. Çünkü mutfak ve banyosu içerisinde. Sovyetler döneminde başarılı sanatçılara verilen evlerden yani. Odalardan birine girdiğimde duvarların boydan boya kitap, alt rafların da boydan boya uzunçalarlarla dolu olduğunu gördüm. Tek tek numaralandırılmışlar. Rusça okuyamasam da kitaplar ve uzunçalarlar içinde olmanın keyfiyle, tam bana göre bir oda. Uzunçalarları karıştırdığımda, elime geçen bir LP, Bela Bartok’un Küçük Asya’dan derlemeleri… Gözlerim nasıl parlamışsa evsahibesi onu bana hediye ediyor. 2118 numaralı LP şimdi benim  arşivimde.

Sevdiğim bir halk deyişi vardır: “Oku ne kadar geriye çekersen, o kadar uzağı vurursun”. Bu sözü, toplumsal olanla bireysel hedef arasında havsalamızın alabileceği kadarını özetlemek için yeğlerim. Çünkü hafıza dediğimiz birikim, sadece bireyin tek başına sahip oldukları değildir. Hafıza, bireyin yaşadığı toplumla, biraz daha ayrıntılandırarak söylersek, hayatla  ilişkisindeki karmaşıklık kadar sıradanlığı da sorun edebilecek bir formasyonun kazandırdıklarıdır. Dolayısıyla da, kurdun, kuşun, börtü böceğin de hakkı ve yeri vardır bunda. Bu bakımdan da toplumsal hafızayı oluşturan değerlere karşı beslediğimiz duygu, hayatla kurduğumuz bağın da kuvvetini gösterir.

*

Türkiye, nice güzel insanını heder etmiş, ucuzuna harcamış, üzmüş, anlamamış, unutmuş bir ülkedir.  Biyografi kitaplarının azlığı biraz da bundan kaynaklanmıyor mu? Şöyle dönüp baktığımda, adlarını bir çırpıda anımsadığım onlarca güzel insan gözümün önüne geliyor ve bu coğrafyanın insanı olarak, hakkedilmeyen bu acı  tablodan dolayı üzüntü duyuyorum. Sabahattin Ali’yi anımsıyorum, Nazım Hikmet, Hasan İzzettin Dinamo,  Pertev  Hoca, Ruhi Su, Nesimi Çimen, Dinolar, İlhan Başgöz, A. Kadir, Enver Gökçe, Hasan Hüseyin, Yılmaz Güney…  bir nice insan… Türkiye’nin  zulme uğramış, hakkı yenmiş, anlaşılmamış  bunca değeri olduğunu görünce, beynimin sinir uçlarına yürüyen acı daha bir katmerleşiyor.

Halk sanatçılarının, her birinin, kuşkusuz kendilerine özgü bir söyleme özelliği vardır. Ancak, bütün bunlara özgün bir üslup olarak bakmak olanaklı değildir.  Türkü ve deyişleri özgün bir yaratıcılıkla, bir üslup bütünlüğünde seslendiren pek az halk sanatçısından biridir Feyzullah Çınar. Davudi sesiyle Anadolu halk şiirinin her biri ayrı bir hasrete  ırmak olmuş deyişlerini haykıran Feyzullah Çınar, kendine özgü hançeresi, avazı ve sazının bütün görkemine karşın  yorumculuğunun farkına yeterince varılamamış sanatçılarımızdan biridir.

II.

Bundan tam 40 yıl önce, yani 24 Ekim 1983’te, bir kuşluk vaktinde, Ankara’da, Kurtuluş Parkı’nın nemli toprakları üzerinde çöpçü arkadaşları yüzü koyun devrilivermiş bir çınar buldular. Bu, çileli ömrünün kırk altıncı yılında yaşama yenik düşmüş Feyzullah Çınar’dan başkası değildi. Tek başına bu fotoğraf bile Türkiye’de halk sanatçısının, bununla bütünleşik tarihin, sanatın, kültürün, iktidar nezdindeki yerini göstermeye yeter de artar bile.

Sadece iktidar nezdinde mi? İdeolojik dar görüşlülüğü sadece siyasal hegemonyayı kastederek kullanmıyorum; sloganların ardına sığınan, kültürel sığlığa kapılmış tüm kesimleri kastederek söylüyorum. Kendine ait olan kültürün sesi olmaya, unutulmakta olanı belleklere kazımaya çalışan bir halk kültürü erinin toplum katında nasıl bir yerde durduğunun gerçekliği Feyzullah Çınar adından daha başka nasıl anlatılabilir ki?!..

Geride bir delikanlı ömrü bırakıp,  tıpkı onun sesinden yankısını bulmuş Ruhsati’nin “Daha senden başka âşık mı yoktur/ Nedir bu telaşın vay deli gönül” diye başlayan “Çok yaşayan yüze kadar yaşıyor/Gel de bu rüyayı yoy deli gönül” diye devam eden şiirinde o yüze kadar yaşamakla türlü zorlukları destelemiş hayatın “kıymeti”ni de haykıran bir sesti Feyzullah Çınar.

Bir sanatçının hayat felsefesini, ses olduğu, hece olduğu, yorumladığı eserlerde buluruz. Feyzullah Çınar’ın seçip yorumladığı her deyiş, her nefes bütünüyle onu anlatıyordu. Sesinin gücü de, sazının gücü de bu birikimden besleniyordu.

1937’de Sivas’ın ozanlarıyla meşhur, Ahmet Yesevi’nin soyundan, Pir Sultan Abdal, Hatayi, Kul Himmet, Kazak Abdal, Kaygusuz, Harabi, Seyrani, Kul Hüseyin gibi nice uluların yetiştiği bir kültür coğrafyası Çamşıhı yöresinin Çamağa köyünde dünyaya geldi. Kırk altı yıllık ömrünü şekillendiren estetiği görenek cemlerinde, dedelerin dizleri dibinde öğrendi. Saz ve sesine kişilik kazandırdı.

1950’li yıllarda İstanbul’a gelen Çınar; bakkal çıraklığı, hamallık gibi sürekliliği olmayan, bir gün var bir gün yok türlü işlerde çalışır. Sivas-İstanbul arasında mekik dokur. Bir yandan da eş dost arasında, akraba evlerinde çalıp söylemeyi, yüreğinin sesini haykırmayı sürdürür. Daha geniş kesimlere ulaşma, içindeki hasreti onlarla da paylaşma isteği duyar. O günlerini, Fikret Otyam’a şöyle anlatır: “Bir aralık Sivil Savunma’da idim, o zaman hasta olmuştum ciğerlerimden, adamlar bizi emekliye ayırdılar, sonra evlendim. İtfaiyeye girdim. İtfaiye eri. Bir ara bir arkadaş ile Mahzuni’nin evine gittik, ziyarete, oturmaya. Orada çalıp çığırırken, Tunç Plak’ın sahibi, şimdi Cihan Plağın yani, Yusuf Tunç da oraya gelmişti, dinledi beni, o gece konuştuk, sabahı buluştuk, plak yapmak için gittik İstanbul’a… Bilirsin o dönemde Alevi deyişlerini çalıp söylemek biraz şeydi, o zamanlar bizim topluluğu yani Alevileri etkileyecek en ağır deyiş benim ilk okuduğum “Fazilet” idi, Sivaslı Agahi Baba’nın, asırlık… Arkası Malatyalı Esiri’nin Şah Hüseyin’le ilgili bir deyişi. Plak çok, ama çok sattı. Bu plakla adım duyuldu. Bir aralık, İstanbul’da, sanırım 1968’de, Spor ve Sergi Sarayı’nda Hacı Bektaş’ı anma gecesi yapılmıştı, çok sanatçı katılmıştı. Orada Fransız Türkolog Prof. Madam Melikoff da varmış, dikkatini çekmişim onca kişi arasında. Benimle görüşmek istedi, görüştük ve Fransa’ya davet etti. Gittim. Fransa’da devamlı kalmadık. Bern, Basel, Paris, Strasburg, Bonn, Doğu Berlin, Batı Berlin ve başka kentlerde Prof. Melikoff ile konferanslar verdik. Konu ‘Alevilikte Ayin-i Cem, Alevilik-Bektaşilik’ idi. Kent kent dolaştık. Bu arada oralarda radyo ve televizyonlarda çalıp söyledim, üniversitelerde de”

Prof. Dr. İrene Melikoff’un da öncülüğünde çoksesli, çokkültürlü Anadolu zenginliğinin dünyadaki yansımalarından biri olur. Melikoff’un  konferanslarına deyişleriyle eşlik etmek yanında, radyo ve televizyon programlarına da konuk edilir. Birçok bilim insanının bu konuya yönelmesine kaynaklık eder. 1971’te Strasbourg’ta Chants Sacre  d’Anatolie, Par Ashik Feyzullah Tchinar, 1979’da da Almanya’da Hu Dost – Bektaschi Musik Aus Der Türkei adlı uzunçaları yayımlanır.

Feyzullah Çınar gibi değerler, toplumun belleği oldukları gibi vicdanıdırla da. Sızlayabiliyorsa eğer onlarla sızlayan bizim vicdanımızdır. Etraflıca bir çalışma yapılabilse, seslendirdiği  ürünlerle Feyzullah Çınar’ın  haleti ruhiyesi arasında ciddi bir paralellik kurulabilir ve onun sanatçı kişiliğinin ayrıntılarına da buradan varılabilir. Bunun başka türlü olması da mümkün değil. Bu türlü zorluklarla dolu,  deyim yerindeyse çileli hayat hikayesine bakınca,  seslendirdiği ürünlerden biri  de: “Doldur meyhaneci doldur/Beş lira borç aldım paralıyım ben// Dolusunu getir boşunu kaldır/  Bugün sabahçıyım buralıyım ben.” diye devam eden Âşık Hüseyin Kaçıran’a ait türküdür.

Çamşıhı’nın Çamağa köyünden Feyzullah Çınar’ın Fransa ve Avrupa’nın diğer memleketlerindeki serüveni bir yıl kadar sürer. Sonra yurda döner. Türkiye’de de konserlerine devam eder. Fakat Türkiye’nin siyasal iklimi, bu sesten hiç de hoşlanmaz; söylediği deyişlerin içeriğinden rahatsız olan siyasal iktidar, bütün  ceberrutluğuyla üzerine çöker ve bu yüzden dört kez tutuklanır.

Zaten düzenli bir işi yoktur, bu kıyımlarla ekonomik zorluklar daha bir yıpratıcı olmaya başlamıştır. İş aramaktadır, yine imdadına o insan güzeli Fikret  Otyam yetişmiştir. Ondan okuyalım: “İlk eşiyle altı yıl yaşadı Feyzullah Çınar, eşi menenjitten göçtü öte dünyaya, ardından âşığı ve iki yavrusunu bırakarak. Bir kız bir oğlan. İkinci kez evlendi Âşık nice yıl sonra, ondan da iki oğlu oldu.

Yine bir Avrupa dönüşü, her zaman olduğu gibi ve nicelerinin aksine hep parasızdı, iş arıyordu, dar günler yine gelmişti.

“Bir sabah keyifle uyanmıştım. İş değil ama bir yol bulmuştum ondan. Bir uzunçaları ile Fransa’da hakkında çıkan yazıların kopyalarına bir mektup ekleyip saldım Ankara Belediye Başkanı Dalokay’a. Kısaydı mektup:Şu plaktaki adamın, yiğit bir halk çocuğumuzun namuslu bir halk ozanının aç gezdiği Başkentte, tok gezmekten utanıyorum. Selam.” Öyle başlar Ankara Belediyesi Temizlik İşlerindeki görevi, ta ki bir 24 Ekim günü çerini çöpünü temizlediği Ankara’nın henüz makine gürültülerine boğulmamış sabahında süpürgesinin üzerine yığılıp kalana değin. Heybetli bıyıklarının kapladığı dudaklarının arasından yükselen kendi avazı kadar, onunla yazgı yoldaşlığı yapan halkının sesidir geride bıraktığı.

 

III.

Feyzullah Çınar, Anadolu halk edebiyatını var eden başlıca unsurlardan halk ozanlarının, sözlü geleneği, özellikle usta mallarıyla günümüze taşıyan çizginin çok önemli bir kişiliğidir. Sınırlı da olsa kendi deyişleri de vardır. Ama özellikle ve çok bilinçli bir kararlılıkla usta malı ürünleri dile getirdi, yorumladı.  Onlara yeniden ruh verdi,  sesi ve ezgileriyle güzellik kazandırdı; güzelce yorumladı ve geleneğe cansuyu kattı.

Feyzullah Çınar’ın sesi, kişilikli bir sestir. Onun çocukluğunu yaşadığı kültürel ortamda edinmiş olduğu kazanımlarla zenginleştirdiği deyiş dağarcığı, 1970’li yıllarda protest bir çizgide üst noktasına çıkan halk ozanlarının seslendirmesi içinde, kendine özel bir yer açtı. Seçtiği ürünlerde isyancı, karşı koyan, haykıran niteliği öne almıyor, özünde bir direnci dile getiren ve  Anadolu halkının yaşama kültürüyle örgülenmiş ürünlere yönelmişti. Onun beslendiği Alevi-Bektaşi geleneği, uzun yüzyıllar siyasal erk tarafından ötelenmiş, görmezden gelinmiş; tüm bunlara karşı durma, isyan etme ruhuyla birlikte hayata sımsıkı sarılma güzelliğini de derinleştirmiş öze sahiptir. Dolayısıyla, Feyzullah Çınar, Yaşar Kemal’ın deyimiyle dalkırma değil, ocaktan yetişmiş  biri olarak geleneği temsil ve değerlendirmede de belirleyici bir rol oynuyordu.

Bir büyük zahmet işçisi, bir kıyamet yüklenicidir Feyzullah Çınar. Yok sayılan, görmezden gelinen bir büyük kültürün avazı olmaya çalışır. Kuramsal anlamda açılım getiremese de  işlevsel olarak yerine getirdiği iş, gerçeğe tercüman olmaktadır.

Bu hayat hikayesininde; bireysel/toplumsal neresinden baktığınız o denli de önemli değil,  hafızamızla olan ilintisini kurmaya çalışarak bir sanatçı kişiliği anlamaya gayret edince, onunla kurduğumuz ilişkinin nasıl fıkaraca bir düzleme yayıldığını görerek,  acı çekmemek mümkün mü? Bu biraz da Türkiye’nin şu son elli yılda gelip dayandığı insanı tüketen, hayatı yoksullaştıran menfaat heyulasına çark etmiş bir çember içerisinde kültürel yoksulluğunun da serhaddi değil midir?

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir